Ana içeriğe atla

Tanrı bilinmezliği - üstün tür






 Size önceki yazımda beyinin mutlak gerçekliği deneyimlemeye hiç uygun bir yapı olmadığını, bütün algılarımızın içerde tekrar simüle edilerek deneyimlendiğini ve bu yeniden simüle ediliş şeklinin oldukça öznel olduğunu, bilinçaltından, bilinç düzeyinden ve duygu, inanç durumundan kolayca etkilenip 'kendine göre, işine göre' bir deneyim yaşattığını anlatmıştım. * 

 Sonuçta nesnel gerçekliğe ulaşmada kullandığımız yegane aracımız sonuna kadar öznel çalışıyor.

 Burada birçok günümüz new-age akımlarının, popüler felsefi akımların etkisiyle sizlere aslında bir matrixte yaşadığımızı iddia etmeyeceğim. Tam aksine dışarda bir gerçeklik var ve bizler de tamamen gerçeğiz. Bu konudan bahsedeceğim size.

 Bizim bütün algılarımızla tamamen beynimizin içinde sanal bir simülasyonun içinde yaşamamız, bizim kusursuz yaşam sahibi bir varlık olmadığımızı gösterir sadece. bu kusurun temeli de biyolojik yaşamımızın ta kendisidir. 

 Fotoreseptör geliştirmiş ökaryotik tek hücreli bir canlı düşünün. Foton ışınları ne taraftan geliyorsa onu algılıyor ve o tarafa yöneliyor. Bir tepki veriyor, ki doğada bunun sayısız örneği var. Göz organımız da temelde ışığı sinyale çevirir. 
fotoreseptör mikroorganizma 




Ancak bu göz ile aynı evrimsel kökenlere sahip ve aynı işi yapan ilkel göz oluşumları, dış görsel uyaranlara anlık tepki verir. Çoğu yumuşakçada, mikroorganizmada, arkaik canlılarda simülasyon oluşturabilecek yetenekte karmaşık bir bilgisayar yoktur. Yani beyin yok, hatta çoğunda ilkel beyin kümeleri olan ganglionlar da yok. Deneyim simülasyon temelli değil direkt olur bu canlılarda. Işığa yönelip ışıkla, hatta farklı ışık frekanslarıyla(renklerle) yaşayan, tepki veren, ona göre bir hayat düzeni oluşturan, bildiğiniz hep gören ve ona göre davranan bu canlıların da aslında kör olduğunu iddia edemeyiz.

 Aradaki temel fark, bizde bu reseptörün temel karşılığı olan göz organında re-up tepki hesaplamaları gibi,  gelen görüntünün yorumlanıp bir tepkiye dönüştürme işi gözden alınıp beyne verilmiş. Hesaplama işi tek bir merkezden yapılmaya başlanmış ve bu, reseptörler ve bedenin geri kalanı için enerji tasarrufu anlamına gelir.

Gözün bizzat gördüğünü düşünün. Görsel veri gelecek, yorumlanacak, tehlike-besin-ortam bilgileri tek tek yorumlanıp hesaplanacak, bir kısmı kaydedilecek, anlamlı tepkilere dönüştürülecek, bir ton hesap yapılacak, diğer algılarla karşılaştırmalı yorumlanacak, verilecek tepkiler gerekli organlara-üyelere dağıtılacak....Ve bunlar nöral hatlarda sinyale dönüştürülmeden direk fotoreseptör hücreleri aracılığıyla yapılacak. 

Hem çok büyük bir enerji sarfiyatı, hem de gözlerimizin tahminen basketbol topu büyüklüğünde bir şey olması gerekirdi.



 O organizmalar kör değil. Onlar da görüyorlar. Işığı görüp, hesaplayıp çevreye tepki oluşturuyorlar.  Bizim gibi. 

 Simülasyon yaratabilecekleri bir beyin yok ortada ama görme algısı var.

Bir de ''matrix felsefesi'' olarak popüler kültüre yerleşen bu felsefi araştırma konusu o kadar ileri boyutlara varılarak pazarlanıyor ki; bedenimiz, varlığımız biz komple simülasyonuz. aslında yokuz, diğer insanlar da ya yoklar, oyun karakterleri veya toplu bir simülasyonun parçasılar. Varlık ta yok, evren de yok, gerçeklik diye bir şey de yok, dışarda  mutlak bir tanrı var, üstün bir uzaylı var ve biz onun hayal ürünleriyiz.

Tanrı bizi hayal ediyor sadece....

Ocham'ın usturasını duymuşsunuzdur. En sade açıklama, en az enerji harcayan çözüm doğru olan çözümdür, açıklamadır. Şimdi evreni simülasyon ile açıklamaya kalkmak, yorumlamaya kalkmak hem fazla zorlama, hem romantik, hem de her şeyin teorisini bunun üzerinden baştan inşa etmeye kalkışmak, bunca yıllık bilimin felsefi temellerini çöpe atmak, işi daha da karmaşıklaştırmak demek. 

 Ben sadece düşünme yetisi, farkındalık yetisi ve üstün bir zeka kazanmayı başarmış, ama bu uğurda da birçok biyolojik özelliğini feda etmiş bir organizma olduğumuzu söyledim. 

 O kadar çok şeyden feragat ettik ki; iki yaşına kadar ayağa kalkamıyoruz, bizi doğada soğuktan koruyan kürkümüz yok olmuş, doğada bizi koruyacak diş pençe gibi silahımız kalmamış, enfeksiyonlara daha açık hale gelmişiz.

Hatta kas liflerimizi tek tek nöral liflerle bağlamışız (enerji israfı), bu sayede her ince kas lifimizi tek tek kasmayı başarmışız, el işçiliklerine yatkın olmayı başarmışız AMA maksimum kas gücümüzü %60 a düşürmüşüz. Bizimle aynı kas kitlesine sahip gorilin biri saldırsa, bizi ezer parçalar.

 Biyolojik olarak savunmasız, zayıf, eksik bir hale bürünmüşüz. Her işi beyinle yapabilmek için. Duyuların, verilerin hesaplama işi de giriş yerinden uzakta, korunaklı bir organa taşınmış, her şeyi yerinde algılamak yerine beyinde simüle ederek algılama yoluna gitmişiz. Çaresiz kalmışız.

 Düşünün son teknoloji bir aracın içinde seyahat ediyorsunuz ve aracın hiç camı yok. Dışarıyla hiçbir bağınız yok. Önünüzü arkanızı araç içinde ekranlardan seyrediyorsunuz. Araç bilgisayarı ise öğrenme algoritmaları gelişmiş, süper bir yapay zeka içeriyor ve dışardan aldığı verileri size sunmadan manipüle edebilme yetisi var. Sırf sizi koruyabilmek için veya sizi inancınız-amacınız doğrultusunda asistanlık yapabilmek için. alexa gibi....

 Hele bir de egonuz yüksekse yağcılığa da başlar, bir devlet başkanının etrafını sarıp onu sadece istediği şeylerle bilgilendiren, hoşuna gidecek veriler sunup (süper bir başkansınız iyi gidiyorsunuz) diye sizi  yanıltabilecek, küçük bir devre karışıklığında bozulup sizi psikoza sürükleyebilecek,  kraldan çok kralcı bir danışman...

 Bu da kolaylıkla bizi ''bak bütün varlık simülasyon ve bunu fark eden tek varlıksın, demek ki sen özelsin, tüm varlıktan üstünsün, belki tanrı sensin farkında değilsin, sen hayal ettiğin için evren var'' yanılgısına düşürebilir. Olan da budur zaten.

Bizler kusursuz evrimleşmiş canlılar değiliz. Doğadaki en üstün, en gelişmiş canlılar da değiliz. birçok şeyi bir organın gelişimi için feda ettik. Onunla yaptığımız şey de dünyayı mahvetmek.... Bu bir evrimsel çarpıklık ta olabilir ve bu evrimsel çarpıklığın sonucu günün birinde büyük bir felaket te olabilir. Geçmişte örnekleri çok yaşandı bunun.

Örneğin oksidasyon temelli enerji üretimi geliştiren canlılar, o zamana kadar oluşan diğer canlı türlerini yok etti, atmosferdeki oksijen arttı ve bunun bedeli bir yok oluş oldu. Sayıca artan süper yırtıcılar, her zaman bulunduğu yerlerdeki birçok türün yok olmasına sebep oldu , hep felaketle sonuçlandı, yıkımlar her seferinde ilerleyen binyıllarda düzeldi, yaşam da gelişmiş, elenmiş, yanlışlarından ders almış bir şekilde yoluna devam etti ve o eski zararlı türler asla bir daha oluşmadı. 

Medeniyetimiz şunun şurasında iki-üç bin yıldır gelişiyor. Milyarlarca yıllık yaşam tarihinin yanında bir hiç neredeyse ve daha şimdiden yok ettiğimiz türlerin, bozduğumuz doğa denge unsurlarının haddi hesabı yok. 

 Eşref-i mahluka benzer bir halimiz var mı sizce? 


Algılarımızın öznel, yoruma açık, baştan simüle edilmiş olması, dış dünyanın yalan olduğunu göstermez bize. Tam aksine doğru olanı algılamada özelleşmiş olduğumuzu, bunun da yaşama içgüdümüzün mecburi bir sonucu olduğunu gösterir. Sadece mutlak gerçeklik konusunda referans alınamaz. Çünkü yürütülen mantık ta, nedensellik temelli düşünce biçimi  de çağlar ve toplumlar içinde değişebilen, öznel bir yapıya sahip. 


 Üstün gelişmiş tür nasıl olmalı;

Üstün türün amacı sınırsız çoğalabilmek, ileride diğer gezegenlere yayılabilmek, her yeri istila edip kendi rahat yaşam alanımıza çevirmek, yararlı iş üreten enerjiyi elde edebilmek için hazır olan düzeni katledip bozmak, geri onarılamayacak bir yıkıma uğratmak olamaz.

 Evrene yayılsak ne yazar! Bu sadece tüm dünyayı istila eden bir virüsle aynı amacı taşıdığımızı gösterir. 

Bence böyle olmamalı. Nasıl olması gerektiğini anlamak için biyolojik yaşamın temeline inmek lazım. 

Biyolojik yaşamın en temel özelliği üreme ve bilginin altsoylara aktarımıdır. Sonuçta dna molekülünün de yaptığı şey bu. 

Üremenin, çoğalmanın amacında ise ilk hücrelere gelirsek; yapıcı enerji üretimi artmış, çevreden fazlaca enerji biriktirmiş, bunu idare etmek için harcadığı enerji de üstel olarak çoğalan  bir organizma sisteminin; bölünerek iş yükünü azaltması ve enerji tasarrufu sağlaması içindir.



 Karmaşık sistemlerin amacı entropi salınımını azaltmak,  en az enerji değişimi gerektiren, en az entropi düzeyine ulaşmaya çalışmak üzerinedir. İlk hücrelerin bölünerek yapmak istedikleri de buydu.

 Altsoya bilgi aktarımı da bunun yollarını kaybetmemek içindi. 

 Bizim de entropi salınımımızı azaltmamız lazım. En az enerji sarfiyatı gerektiren, ama en tasarruflu, en yararlı enerji akışını oluşturan bir yapıda olmamız lazım.

 Biz binlerce yıldır bunun tam tersini yapıyoruz!!! Amaç rahatça üreyip çoğalabilmek olmamalı. Üremenin bile temel sebebi olan şeyi başarabilmek olmalı. 

 Üstün tür; doğadan yararlı enerjiyi alır, daha yararlı, daha az entropi (geri dönüştürülemez enerji-düzensizlik oranı) üreten bir sisteme çevirir. Dünyanın ısı miktarını arttırmaz, aksine azaltır. Doğayı kontrol etmez, doğanın olağan akışını yumuşatır.

Evrim de bir yerde artan entropinin kontrol mekanizmalarından biri. Üstün tür, doğanın evrimsel tepki hızını azaltır. 


 Hatta şöyle diyeyim, üstün bir tür geliştiğinde, ''eşref-i mahluk'' geliştiğinde kendi içinde insanda az önce saydığım hiçbir biyolojik yetersizliği taşımaz. En az enerji sarfiyatıyla tüm bu eksikleri halleder ve bulunduğu ekosistemdeki total evrimi gitgide yavaşlatabilmeyi başarır!!! Çünkü kendisi evrimini tamamlamış, kusursuz dengeye ulaşmıştır, daha fazla evrimleşmesine gerek kalmamıştır, bulunduğu ekosistemi de doğal olarak dengeye kavuşturmuştur. Ekosistem, bu canlının yaşam ortamında kollektif olarak daha az entropi salınımı yapmaya başlamıştır. O türün kendi sistemi dengeye ulaştığı gibi, içinde olduğu ortamın, parçası olduğu sistemin kendisi de dengeye ulaşmıştır.

Sonunda üreyip çoğalma ihtiyacı da kalmaz. 

Çok sayıda üremek, biyolojik bir yetersizliğin evrim yoluyla çözülebilmesi içindir. 

Dünyada kediler sayıca 200 milyon, insanlar 8 milyar ama karıncalar trilyonlarca, mikroorganizmalar ise sayılamayacak düzeydeler. Gelişmişlik düzeyi geriye gittikçe üreme daha da artar ve bir bakteri çoğalma konusunda insanlardan çok daha başarılıdır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Holografik Evren Hipotezi

  Önceki yazılarımda hologram kavramını bilinç konusundaki yazımda işlemiştim *( burada )*. Hologram denilince aklımıza popüler kültürün dikte ettiği değil, terminolojik tanımını düşünmemiz gerektiğini anlatmıştım.   Bu yazıda biraz sondan başa doğru gideceğim. Holografik fikirlerin sonuçları, sorulması gereken sorular, bilimsel çevrelerde çıkış noktası ve kanıt sayılabilecek işaretleri üzerinde duracağız. Bir yazı dizisinin ilk paylaşımı olacak bugünkü yazı.    Giriş;   Son yüzyıl içindeki evrene bakışımızın ne kadar baş döndürücü ve biraz absürt sayılabilecek bir hızda değiştiğini görüyoruz.   Durağan bir evren modeli ve newton mekaniği ile başlayan serüvenimiz, Einstein'in görelilik teorisini inşa etmesiyle ve evrenin genişlediğinin, geçmişe gittiğimizde bir başlangıç noktasının olduğunun ispatlanmasıyla oldukça değişti. Sonsuzdan gelip sonsuza giden bir evren yerine başı - sonu olan bir hikayenin içinde olduğumuzu öğrendik. Zamanın da uzay dokusuyl...

Ölüm Fiziği

  Bu yazıda biraz ölüm ve ötesini dogmalardan uzak bir şekilde konuşmak istiyorum. Haliyle ne kadar objektif yaklaşırsam yaklaşayım, biraz spekülasyon olacak baştan belirteyim. konuyla ilgili olan eski bazı yazılar; Holografik evren ve bilinç  link1  ,  link 2 Blok evren ve zaman  link Varlığın kavramsal yapısı  burada Bilgi-varlık ikilemi  o da burada   Giriş; Önceki yazılarımda genel olarak;   Gerçekliği farklı şekillerde tanımlayabildiğimizi ve temelinde kavramsal olarak 0/0 gibi zorunlu bir belirsizliğin olduğunu anlatmaya çalıştım. Evrenimizin parankim dokusu olan fiziksel gerçeklik; nedenselliğe göre işleyen, determinist davranan, ışık hızının bilgi iletim sınırı olduğu standart modelle tanımlanabiliyor.   Ancak dokunun yüzeyindeki desenlerle ilgilenmeyi bırakıp kumaşın kendisiyle ilgilendiğimizde hiç te nedenselliğe uymadığını, ışık hızının ve determinizmin geçerli olmadığını görüyoruz.  Madde ve enerjinin ise sonsuz al...