Önceki yazımızda inanç konusuna giriş yapmıştık(burada). Bu yazımda devam edeceğim.
İnanç örüntülerinin temel işlevinin, bilinmezlik temelli korkuyu bertaraf etmek olduğunu anlattım. Ve de inancın işlevi itibariyle nedensellik temelli olmak zorunda olmadığını...
Zihnimizdeki boşlukları dolduran, aslen zihnimizin doğal bir parçası olan inançlar da aynı hafıza gibi, kişiliğin gelişimi gibi katman katman inşa edilir. Zeka temelli mantıksal işlevlerimizle esnek ve uyumlu bir dengeye sahiptir.
Ne mantığımızı tamamen ön plana çıkarıp inanç ihtiyacını yok edebiliriz, örüntülerden kurtulabiliriz,
Ne de aklımızı tamamen çöpe atabiliriz. İkisi arasındaki denge-uyum ise bize yaşamsal verimlilik katar.
Ateizmin ve nihilizmin içine de dindarlardan çok daha güçlü inanç örüntüleri yerleşmiştir. Nihilizmin babası sayılan NİETZSCHE bile nihayetinde "bengi dönüş" isimli, gnostik akımların amatör bir kopyası sayılabilecek inançla tezlerini dengelemekten kendini alamamıştır.
Ateizm ise tanrı ve sonsuz güç-sonsuz kaynak fikirlerini kökten reddetmekle başlı başına güçlü bir inanç örüntüsü temelleri üzerinde yükselir.
Sebebi de basit. Bilinemeyeni reddetmek ve bunu ideolojik temellere oturtmak, çeşitli fantezilerle kabullenmekten daha zorlama, daha köktenci bir yaklaşımdır. Bahsettiğim mantık-inanç şeklindeki biyolojik dengemizi zorlamaktır.
Bilinemeyen ve asla bilinemeyecek şey bilinemeyen olarak kalmalıdır. Gerçeklik budur çünkü. Bilinemeyenlerin alanını zamanla daraltırken faydalandığımız inanç örüntüleri mantıkla çelişmemeli, ve asla boşaltılmamalıdır. İnanç boşalımı, yerine yeni bir örüntü modeli yerleşene kadar anlamlı bir harekettir. Bunu reddetmeyi ideolojik bir temele oturtmak, farkında olmadan, biyolojimize aykırı yeni ve bağnaz bir inanç örüntüsü oluşturmak anlamına gelir.
Tanrının varlığını savunmak kadar yokluğunu savunmak ta başlı başına bir inançtır. Çünkü tanrı olgusu özünde varlığın, anlamın ve her şeyin nüve aldığı sonsuz kaynak olarak tezahür edilegelen bir olgudur. Karşıtı hiçliktir. Bu en öznel düşünce kalıplarında termodinamiğin ikinci kuralına bile aykırı görünmektedir(tabi bu benim şahsi fikrim). İnanç örüntüleri ise mantık kısmımızın eksik kalan boşluklarını doldururken mantığa engel olmamalıdır, önünü kapatmamalıdır.
Denge.....
Çeşitli ideolojik yaklaşımlarla bunları reddetme yoluna gitmek, mantıklı bazı tezlerle veya fantastik inançlarla kabullenme yoluna gitmekten daha fazla zihinsel efor gerektirir.
Bunun tam tersi bir durum da ülkemizde yüzyıllardır yaşanmaktadır.
Bizim geleneksel diyanet anlayışına göre yahudilik bir gelenek, hristiyanlık bir kült, islam da din olarak görülür. oysa ki durum böyle değildir. ülkemizin islam anlayışı din olarak tanımlanmaktan oldukça uzakır.
Öncelikle şu an yüzyıllar içinde sistematikleştirilmiş islam anlayışı bir din ( inanç sistematiğine dayalı toplumsal yaşayış tarzı) değil külttür. Temel direkleri, esas olguları ritüellere dayanır ve ibadet olgusu yüzyıllar içinde ritüele evrilmiştir. Namaz, hac ve benzeri ibadetler toplumun bilmediği, okurken hiç bir şekilde anlamadığı kutsallaştırılmış arapça metinlerin tekrarlarıyla inşa edilmiş, bir ton ince kuralla katılaştırılmış ve kilitlenmiş, üstelik hristiyanlıktaki kutsallaşmış ruhban sınıfı gayettabii bu dine sokulmuş yerleşmiştir (Evliya, Allah dostu, Şeyh...). kişi Allaha inanır, teslim olduğunu ikrar eder fakat günlük tekrarlayan şekilde ibadet adı altında otomatikleşmiş, içeriğinden hiç bir şey anlayamadığı, biraz anlasa bile şart koşmadığı ''ritüel''ler bütününe sadık kalması telkin edilir.
Bir kültte; inanılan varlığa veya var olduğu düşünülen doğaüstü sisteme akıl yoluyla varılamaz. Olduğu gibi kabul edilir. İnsan aklı tamamen inançtan dışlanır. Doğaüstü sistemi harekete geçirmek için de aklın-mantığın asla karışmaması gereken çeşitli ritmik mantralar, ayinler ve içeriğinden ziyade lafzının-metninin kutsal olduğu sözler tekrarlanır. Aklın yolu tamamen kapalı olmak zorundadır. Sorgulamak ve üzerine düşünmek ise günahtır çünkü ritüellere ve onları yöneten ruhbanlara bağlılığı ortadan kaldırır. Bunları daha çok gnostik temelli kültlerde görürüz.
Bir dinde ise; akıl ve inanç dengededir. İnanç olması gerektiği gibi aklı destekler ve bilinmeyenin boşluğunu doldurur. Eğer başından beri mantığa uygun eksende ortaya çıktıysa gidilen yol da mantığa aykırı olmaz.
Bir dinde ritüeller olmaz. İbadetler olur. İbadet iltica etmek, yönelmek anlamına gelir. Elbette kurallar vardır fakat asla mantık dışlanmaz. Hatta mantık ibadeti alıp hedefine götüren bir lokomotif gibi davranır.
Ortada büyük bir bilinmeyen vardır. Din; bu bilinmeyeni sistematik bir biçimde açıklayan ve boşluğu dolduran, mantığa yol açan, korkuyu dinginleştiren, kişiye ahlaki ve dengeli bir yol çizen yapıdadır.
Müslümanlar bundan bin yıl kadar önce bilimin ilk öncüleri iken, antik yunan, avrupa, mısır ve doğu felsefelerini kendi dillerine çevirirken, matematikte, tıpta, astronomide, mimaride ve coğrafyada dünya biliminin öncüsü olurken hiç de ''dinden çıkma'' baskısı hissetmemiş, aksine özgürlük hissetmişler ve inandıkları sistemi açığa çıkarmak, bilinmeyeni bilinir hale getirmek için mantığa, akla uyarak dinlerini yaşamışlardır.
İnanç olgusu biyolojik olarak gerekli hizmetini vermiştir. uyum denge sağlanmıştır.
Tıbbın üstadı İbn-i Sina (d.980- ö.1037) |
Cebirin babası sayılan El Harezmi (d.780- ö.850) |
Hatta o kadar ileri gidilmiştir ki tanrı gökte mi her yerde mi, Kuran mahluk mu yoksa ebedi mi, ruh var mı yok mu, varlık idealar aleminin gölgesi mi, göründüğü gibi mi...
Kuran metni olduğu gibi Allah'tan mı gelmedir, yoksa antropomorfik bir tanrı çerçevesi çizdiği için mutlak gerçekliğin insan zihninden süzülmüş bir hali, yani insan lafzı mıdır? Vahyin niteliği nedir?
Bunları özgürce tartışmışlar, gerçeğe ulaşmaya çalışmışlardır. Şimdilerde ise bırakın bunları dile getirmeyi, araştırma konusu yapmayı, herhangi bir ibadetin tek bir kuralını dahi sorgulamak, türkçe dua etmeye bile kalkışmak yerine göre günah veya kafirlik olarak görülmektedir. İslam dini tamamlanmıştır demelerine rağmen bin yıl öncesine göre uygulamada tamamlanmış bir dinin kült haline gelmiş, içeriğinden arındırılmış şeklinin 'tamamlanmış' olduğunu iddia ederler.
Şunu unutmamak gerekir. Geçtiğimiz yüzyıllar boyunca din, halifelik-yönetim adı altında oldukça tekelleşmişti ve Osmanlının karye ve köylerinin yüzde 70inde insanların dinini tarafsız öğreneceği bir cami-imam bile yoktu. Köylerin kasabaların büyük çoğunluğu camisizdi. İnsanlar dinlerini genellikle sözlü gelenekle, atadan, kulaktan kulağa öğrenirdi. Veya Tasavvuf gibi özünde (vahdet-i vücut) gibi panenteist bir görüşü barındıran ve sonuna kadar gnostik bir yapıda olan dergahlardan tekkelerden öğrenirlerdi.
Bu yapılar kurulduğu günlerden beri devlete alternatif, özerk bir kurum olmuştur. Devletler ise politik olarak yararlanmış ve kendi varlığı her tehlikeye düştüğünde yasaklamıştır. İslam tarihi boyunca bir tane bile tarikat devleti görülmemiştir. Çünkü tarikatın doğasına aykırıdır bu durum.
Bir din ise dünyanın güncel bilgi birikimine aykırı olmayacak şekilde, evrensel olmalıdır.
Burada bir dinin olması gereken özelliklerini anlattım sadece. Çünkü inanç, doğası olanı yapmalı, bilinmeyeni mantıkla çelişmeyecek bir biçimde doldurmalıdır. Yaşama içgüdümüzün vazgeçilmezi olan aklın arkasını ve altını doldurmalıdır.
Zaten sizlere ''üstün tür'' olmaktan, 'eşref-i mahluk' olmaktan oldukça uzak olduğumuzu ve mutlak gerçeklikle ilişkimizin kapalı-öznel olduğunu, bunun biyolojik gelişimimizin ağır bir dezavantajı olduğunu anlatmıştım. (burada)
Eşref-i mahluk;
Güncel islama göre tanrı, insanı muhatap alıp iletişim kurduğu, temsilci olarak görevlendirdiği için 'şerefli' anlamında en üstün tür sayılır. Ancak kaçırılan bir konu var; bu İslama göre bir üstünlük değil, dağın taşın bile kabul etmediği, insanın ise nankör ve hain bir varlık olduğu için kabul ettiği bir vazifedir. Ve Kuranda insan türünü yücelten ayetler olmadığı gibi bu türü oldukça aşağılayan, ne kadar nankör, ne kadar akılsız, ne kadar aşağılık olduğunu iddia eden birçok ayet görmekteyiz. Bu vahyin mahiyeti inancın konusudur, ben burada günümüz islam anlayışının içinde bulunduğu mantıksal çelişkilere dikkat çekmek istedim.
Bu dinin mimarı olan Peygamber de ruhbanlaşmış bir kült inşa etmekten ziyade devlet kurmuş, devlet başkanlığı yapmış, kültürel devrimler yapmış, toplum ahlakını ilgilendiren bir çok konuyu düzenlemiş, toplumsal düzenin gelişimine katkıda bulunmuştur. yeni bir medeniyet inşa etmiştir. Amaç her zaman bu olmuştur. Tarih boyunca toplumu yönlendiren birçok lider gibi.
Mesela Cengiz han da elinde kan pıhtısıyla doğmuş ve yaşadığı süre boyunca tanrı tarafından seçildiğini, özel görevlendirildiğini iddia etmiştir. Kurduğu imparatorluk diğer medeniyetler için korkunç bir yıkım getirse de kendi imparatorluğunda, bulunduğu çağa göre en ileri toplumsal atılımlar yaşanmıştır. Ahameniş imparatoru Cyros'tan sonra ilk kez insanlar istediği inançta ve özgürlükte yaşamış, özgürce ticaret yapmış, iç işlerinde serbest olmuş, her türlü inanca, kültüre ve dine saygı duyulmuştur. Ve imparatorluk sınırları içinde hukuk-adalet olabildiğince üstün tutulmuş, taviz verilmemiştir.
İnanç görüldüğü üzere denge unsurudur ve kültleşmemelidir.
Yorumlar
Yorum Gönder