Beyinde bilincin oluşumu üzerine çok konuştuk. (1,2 ,3) Fakat "gözlemci" nedir? Bizi bilinçli olduğunu düşünen, kusursuzca bilinçli davranan biyolojik robotlardan, 'felsefi zombi' lerden ayıran şey nedir? O "gözlemci" varlığı da, evreni anlamada düşünme biçimimizin, beynimizin mutlak doğru oluşunun ön kabulü üzerinden mi değerlendirmeliyiz?
Önce şu konuyu belirterek başlayalım;
İnsan beyni öznel ve dış dünyaya kapalıdır*. Hatta mantık, zeka ve algı şeklimiz de biyolojik kapana kısılmış durumdadır. Evreni anlamak için değil, diğer canlılar gibi hayatta kalmak-üremek için evrimleşmiş canlılarız. Aklımız evrensel referans noktası değildir.
Bizi doğanın bir parçası olarak hayatta tutmak, üremek, yaşam konforumuzu, ihtiyaçlarımızı, güvenliğimizi iyileştirmek için tasarlanmış bir beyin bu. Evreni-anlamı-mutlak gerçekliği gözlemlemek ve kontrol etmek için evrimleşmedi.
Bizim varlık üzerinde, anlam üzerinde düşünmemiz; içimizdeki doğaya karşı "güven" duygusu hissedebilmek, bu yüzden bilinmezliği çözebilmek için sınırı olmayan bir denize küçük bir kayıkla açılmak gibidir.
Yapmaya çalıştığımız şey, ses verilerini işlemek için tasarlanmış bir ses kartı ile görsel verileri işlemek veya hesap makinesiyle dijital Cad tasarımları yapmaya çalışmak gibi bir şey.
Yüzmek için evrimleşmiş ve su altında muhteşem bir hızda yüzen, ama karaya çıkınca paytak paytak yürüyen, üstüne bir de kanatları olan penguenler gibi:) Şimdi yüzmeli miyiz, yürümeli mi yoksa uçmalı mı!
Ama yine de düşünmeyi bırakmamak lazım. İtiraz ettiğim konu; bunun için tasarlanmamış bir aygıtı amacı dışında çalıştırıp, verdiği çıktıların mutlak doğru olduğunu kabul ederek konuyu kapatmak, kesin yargılarda bulunmak.
Konumuz RUH
Ruh; beynimizde kurgulanan simülasyonları gören, algılayan, anlayan öz olarak düşünülegelen şeydir. Yani beynimizin arka bölgesinde, oksipital kortekste, görüntü tekrar simüle edildiğinde onu seyreden ve anlayan şey ruh olarak düşünülmüştür.
Günümüz bilinç teorilerinin hepsi, bilimin mekanizması gereği "nasıl olur" sorusunun cevabı üzerinden bilinci açıklar. Felsefi temellerine inmez. "Nasıl" üzerinden her bilinmezliğin açığa çıkarılabileceği tezi ile açıklar. Bu sorunun yanıtı tabi ki de birincil önemdedir. Ancak bütün her şeyi açıklığa kavuşturmakta yetersizdir. Burada dini inançların değerlendirilmesi gerektiğini söylemiyorum. Bilimin felsefi temellerinin bağnazlıktan uzak durması gerektiği, esnek olması gerektiği kanaatindeyim.
"Nasıl" lar üzerinden gidersek;
- Biz aslında bilinçli olduğunu sanan mükemmel biyolojik robotlar olabiliriz.
- Holografik bilinç katmanı ve alt bilinç üzerinde karşılıklı kişiselleştirme, tasarımlama yoluyla paradoksal olarak "gözlemci" yanılgısına düşüyor olabiliriz.
- Egonun bitmeyen bir süreklilikte imajine edilmesi, empati yoluyla bizi bir yanılgıya düşürüyor olabilir.
Bu kavramların insanlık tarihimiz boyunca çeşitli formlarda zihnimize kazınması, farklı form ve türlerde metafizik kavramların bu beyin mekanizmasında yer buluyor olması nedeniyle; doğaya bir şekilde entegre edilebilir veya yönlendirilebilir, mantık sıralamasına uymadığı için silinip çöpe atılmaması gereken, sadece biraz düşünce tarzımızı esnetmemiz gereken kavramlardır. Biliyorum zordur, bir hesap makinesiyle ütü yapmaya kalkmak gibi bir şey:)
Ama en azından hayal edebiliriz ve bu bize "dış mutlak gerçeklik" bilinmezliğinin karanlık ormanında yön gösterebilir. Beyinde varsa inkâr edilmemelidir, dikkate alınmalıdır.
Bizler bilinçli olduğumuzu düşünen kusursuz biyolojik robotlar mıyız? Bence hem evet hem hayır. İkisi de! Sorun mutlak gerçekliğe bakış açımızda....
Miletli Thales (m.ö. 626-548) |
Antik filozofumuz, günümüz bilimsel düşüncenin babası olan THALES her şeyin sudan geldiğini, dünyanın suda yüzdüğünü söylemiştir. Yani asırlar sonra ilk kez atadan aktarılan dini ön kabullerin haricinde, akıl yoluyla evrene bakışımıza reset atmıştır. Fikir ne kadar absürt te olsa bu bir başlangıçtır.
Anaksimenes su yerine havayı koymuştur.
Anaksimandros (m.ö. 610-546) |
Thalesten 15 yaş küçük olan ANAKSİMANDROS ise dünyanın boşlukta olduğu, basık bir silindir yapıda olduğu, göklerin döndüğü, güneşin dünyadan 27 kat büyük olduğunu fikir yoluyla söyleyip günümüz biliminin babası konumuna gelmiştir.
Anaksimandros Thalesin aksine her şeyin sudan gelmediğini "aperion" denilen bir sınırsızlık olgusundan türediğini söylemiştir. Aperion kelime anlamı "peras-sınır" kelimesinden türeyip sınırsızlığı ifade eder. Aperion denilen sınırsız kaynakta madde ve formların hepsi bir arada sınırsız kaynağı oluşturur. Form ve anlamlar, madde ile bütün olmakla birlikte farklı görünen yüzleridir.
Yani Anaksimandros sonsuz kaynak fikrine belki de binlerce yıl sonra akıl yoluyla tekrar ulaşmıştır. Bahsettiği "aperion" tanımı PLATON'da bir ikileme bölünmüş, formlar ve anlamlar kusursuz kalıplarıyla bir idealar alemine taşınmış, idea ismi verilmiş, görünen madde alemi ise bu ideaların kusurlu kopyaları, gölgeleri olmuştur.
Aristoteles (m.ö. 384-322) |
ARİSTOTELES ise idealar alemi gibi bir "astral alem" fikrinden hoşlanmamış ancak hocasının fikrini de tümüyle reddetmeyerek idealar aleminin ve maddeler aleminin aslında bir olduğunu söylemiştir. Aynı özün farklı görünen yüzleri olduğunu. Ve bizim bu varlıkları her yönüyle aynı anda bilemeyeceğimizi.
Anaksimandros 'tan sonra ray değiştiren felsefe dünyasını tekrar rayına oturtmuştur.
Yani bilinmezliğin bize göre Mutlak gerçeklik olduğunu.
Felsefi fikirler kişiye ve toplumlara özeldir. Kesin deney ve gözlemlere dayanmazlar. Bu yüzden çeşitliliğe saygı duyulmalıdır. Ancak bilim de nihayetinde felsefeden köken alan bir metottur.
Tabi bu insanlar milattan önce yaşamış insanlar. İlk ateşi tekrar yakan insanlar. Üzerinden yüzyıllar geçti. Ve bu çizilen yolda gelişen bilim, ruhu metafizik bir anlam olarak düşünecektir.
Dinler
Dünyada bu yoldan farklı gelişen ve ilerleyen düşünce yolları da vardır. Dinler ve dini inanç sistemleri.
Sami dinler edilgen olan sonsuz kaynak bir tanrı anlayışından ziyade etkin yapıda, müdahil olan, oldukça aktif ve antropomorfik yani "insan biçimci" tanrı anlayışını benimser. Tanrı hem sonsuz kaynaktır hem de insan benzeri bir kişilik, söz, yargı, gözlem, zeka, duygu sahibidir. İnsan sıfatlarını sonsuz biçimde üzerinde taşır. Bazen insani reflekslerle davranış gösterir. Bireysel bir şahsiyeti vardır.
Ruh ise Onun bize verdiği bir parçası veya emri, bir özdür.
Eski Ahit bilinci 4 seviyeye ayırır. 4. Seviye bilinç, seçilmiş-kutsal tanrısal bir anlam taşır. Peygamberlik veya seçilmiş topluluk, kutsal kan inançları bu eksende inşa edilmiştir. Tanrı ruhundan birazını insana vermiştir. İnsan bilinci, hayvani bilincin üzerine tanrı tarafından eklenmiştir.
Tanrısal bir bilinç daha eklenerek "kutsal-seçilmiş" insan kavramı türetilmiştir.
Yeni Ahit bu bilinç tanımlamasını kabul etmekle beraber her insanı 4. Bilinç seviyesine çıkarmış, İSA peygamberi de bu kategoriden ayırmıştır. Bu bilinç herkeste bulunmakla beraber günahlardan dolayı kapalıdır. Açılmalıdır. Kimisini tanrı açar, peygamber ve azizler olurlar, kimisi de kendisi tanrısal direktiflere uygun bir hayat sürerek açar. Bu bir süreç olarak kabul edilir.
İslam ise daha bütüncül bir bakış açısı sunmakla beraber kategorik olarak "mükellef insan" adı altında üst bilinci tektipleştirir. Her insanda açık tutar. Peygamberler de sadece görev almış, bilgilendirilmiş ve yardım edilmiş insanlardır. İnsani bazda ayrım yapmaz.
Antik çağlardan beri gelen Gnostik düşünce ve türevi olan inanç akımlarının tamamı ise insanı mutlak doğru bir gözlemci yerine koyarak gerçek doğru bilgiye kolaylıkla ulaşabileceğini, gerçek bilginin insan tarafından olduğu gibi görülebileceği, keşfedilebileceği üzerinde durur.
Sami dinlerin etkin, bireyselleşmiş tanrı fikrinden ziyade insan birincil plandadır. Veya bir nevi ortak- parçasıdır. Tanrı kavramı bütün doğayla ve insan bilinciyle özdeşleşmiş, insan bilinci tanrının bir nevi kendisine açılan ve mutlak gerçeği deneyimleyen gözü olmuştur.
Sonuçta deneyimlenen ve akla gelen her şey mutlak gerçekliğin görünen bir yüzüdür.
Gnostik düşünce yahudiliğe kabala inancıyla, Talmut yazıtları üzerinden, İslama ise "tasavvuf-vahdeti vücut" üzerinden eklemlenmiştir.
Bu yüzden günümüzde sami dinlere ayrı ayrı din demek yerine "İslam dini sistemler bütünü" veya "Yahudilik sistemler bütünü" demek daha doğru...
Zira aynı dinin içinde bile birbirinden farklı tanrı, ruh, insan tanımlamaları görebilmekteyiz. İtikadi köken birliği hiçbirinde yoktur. Benzeşimler ve ortak uygulama-gelişim paydaları, bu dinlerin bütünlüğünü oluşturur.
Tasavvufun gelişiminden önceki islama göre ise ruh;
Tanrının emridir. Tanrı her insani ve insanüstü vasfı sonsuz biçimde üzerinde taşır. "Hayat" kavramı da sonsuz olarak üzerindedir. Bu yüzden O nun emirleri, düşünceleri, Ondan çıkan her şey hayat bulur. Verdiği emirler bu yüzden, insanların emirlerinden farklı olarak "canlı" dır. Hayat sahibidir. Kendine özel bir evren-bir mana alemi içerisinde, aynı dünyadaki canlılık gibi hayat bulur. Ve Tanrının emri, hükmü sonsuz olduğu için ruh sonsuz olmak zorundadır, sonuç olarak ruh canlı olmakla beraber ölümsüzdür.
Kuran da Ondan nüve alan her emir can bulduğu, ruh bağlantısı olduğu için doğa konuşturulur. Arılar konuşturulur. Diğer canlılar konuşturulur. Dünya konuşturulur. Cennet ve cehennem bazen dile gelip konuşur, fikir beyan ederler.
Uzak doğu dinlerinde ise etkin ve bireyselleşmiş sonsuz Tanrı tanımlamasından ziyade "edilgen" bir sonsuz kaynak fikri görmekteyiz. Oldukça mekaniktir. Etken olanlar; bundan çıkan anlamlar, şekillerin "idealleştirilmiş" formlarıdır. Ruh ile bu formlar kastedilir. Tanrı inancı; mutlak sonsuz ve etken bir tanrıdan ziyade bireyselleşmemiş bir özden fışkıran bağımsız güçlerdir. Bu ideal formların tamamı ayrı ayrı ruhtur. Ruh-tanrı ayrımı arasındaki çizgi oldukça yumuşar. Tanrıların sayısı bu yüzden çoktur ve Tanrı diye kastedilen şey genelde o ideal form kümesinin tamamını veya mutlak özünü tanımlar. Ruh bu yüzden tanrısallaşabilir. Tanrılardan çıkan bir olgu değildir.
Yani Tanrı olarak kastedilen şeyler bu dinlerde oldukça farklıdır. Doğal olarak ruh fikri de farklıdır.
Bu da kişiyi "animizm" düşüncesine götürür. Doğadaki her şeyin ruhu olduğuna. Atalar kültü de bu tanrı-ruh ayrımının özdeşleşmesinin sonucudur.
Bireysel bir kimliği olan, etkin ve istediği gibi evrenler yaratabilen, ahiret evreni de yaratabilen sami dinlerinin aksine uzak doğu dinlerinde ahiret inancına pek rastlanmaz. Bütüncül ve bazen panteist bakış açısının sonucu olarak, ayrı bir tamamlayıcı evrene ihtiyaç duyulmaz. Her şey bu varlık aleminde olup biter.
Sami dinlerde tanrı vahdaniyettir, uzak doğu dinlerinde varlık....
Şimdi binlerce sene boyunca inanç olgusu, çeşitli şekillerde insana bu doğada yön vermiş, bir anlam bahşetmiş. Türümüz inançtan bağımsız bir tarih oluşturmamıştır. Bizi bilinmezliğin yaratacağı korkudan, kaos ortamından kurtarmış, mantığın yolunu açmıştır.
Ruh kavramı da özünde büyük bir bilinmezdir. Varlığını bilimsel metotla tartışmak yerine anlamını bütüncül bir bakış açısıyla incelemek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder