Bilimsel literatürün gelişiminde objektiflik vazgeçilmez bir unsurdur. Duygusal yaklaşımlardan, bireysel inanç temelli tercihlerden olabildiğine kaçınılır. Elde edilen bilgi dünya geneli yayınlarla bağımsız erkler tarafından onanır ve eleştirilir, bilim elenerek gelişimini sürdürür.....
Gerçek böyle mi?
İş sanıldığı kadar nesnel ilerlemiyor bu yazıda bundan bahsedeceğim.
Bir kere evrenin değişmez kanun ve işleyişini araştıran varlık, duygusal temelli bir yaşam süren insan türüdür. O yayınları eleştirip literatüre sokan erkler de öyle.
Mesela insanı seks yapmaya yönlendirip sosyal seçilim yöntemleri aracılığıyla çoğalmasını sağlayan temel mekanizma basit bir duygudur. Arzu.... İnsan aslında bu duyguyu beslemek için seks yapar ve çoğalarak neslini sürdürür. Hiç kimsenin aklında sevişirken '' şuan biyolojik bir mecburiyet olarak cinsel sıvılarımın aktarımını yapmam gerekiyor, yoksa soyumuz tükenir, katkı sağlamalıyım' diye geçmez. Onun dışında envayi çeşit romantik, erotik, bir yığın irrasyonel düşünce geçer. İnsanlar işine bakar :)
Geçim ve çalışmaya, beslenmeye yönelten şey de açlık hissi sonucu gelişen anksiyete, çaresizlik duygusu... İnsanlar açlık sonucu bu duyguyu hissetmekten korkup kaçındıkları için açlık gibi sıradan bir hissi elimine etmek isterler. Yemek yerken ''açlık bedenin 21 tanımlanmış fizyolojik hissinden birisi, bedenimin ihtiyacı olan enerjiyi alması için yemek yemem gerekir' demez. '' Çok acıktım, aç karnımı doyurayım' der, karınla özdeşleştirir tüm bedeni ilgilendiren mevzuyu (his oradan geliyor çünkü). İrrasyonel bir sebep fakat sonuç oldukça fizyolojik bir gereksinim... Kişi yemek yerken bunları düşünmez..
Bunu her duruma uyarlayabiliriz.
Mesela egoistliğin ve narsizm gibi ruhsal takıntıların temelinde de eksik görülüp zamanında hırpalanmış sosyal güvenlik ihtiyacı bulunur. Kişi toplum içinde zarar gören güven duygusunun tatmin edene kadar elinde sürekli güç biriktirmeye başlar..
Bilime gelirsek; Merak duygusu...
Bir bilim adamı içindeki sınırsız merak duygusunu tatmin etmek için araştırır. Ancak içinde o merak duygusunu doğuran temel duygu başkadır. Belki geçmişte öğrendiği bir şey ona ''sosyal'' açıdan farklılık ve öznellik katmıştır, sonuçta güç ve güven duygusu hissettirmiştir ve nihayetinde ömrü boyunca o ilk keşfinin hissettirdiği güç duygusunu arar, onu tekrar tekrar hissetmek için çabalar.
Sonuçta bizim türümüz en az 150 kişilik gruplar halinde yaşamaya ayarlı oldukça sosyal bir tür. Tür içi bireyler, diğer memelilerde olduğu gibi farklı özelliklerine ve üstünlüklerine göre sosyal değer kazanır. Bir kurt sürüsünde en güçlü ve yaşlı dişi kurt lider olur, en kaslı genç kurtlar onun arkasında ava katılır, vasıfsız diğer kurtlar da avdan artakalanları yer.
Çoğu sosyal kimlik geliştirmiş memeli grubu canlılarda bu özellik vardır. E Homo sapiens gibi Semantik bellek geliştirmiş ve neokorteksle muhteşem bir evrimsel uyum yakalamış zeki bir canlı da bunun değerinin farkındadır. Her birey biryerlerde sürünün güçlü veya özellikli, farklı , grup içinde merkeze alınan, merkez çemberde tutulan bir bireyi olmayı arzular. Bu evrimsel bir dürtünün farkındalığa dökülmüş halidir.
Kişi, hırs ve merak duygusu ile bu temel içgüdünün duygusal hedeflerine ulaşma, aslında grup içinde merkeze geçme arzusu ile harekete geçer.
Keşifler;
Mantıkla değil duygusal temellerle başlayan, beyni olabildiğince öznelleşmiş, algıları bile limbik sistemle iç içe geçmiş bir türün bilimsel keşifleri de haliyle antropojenik olacaktır. Ve yine aynı fizyolojik yapıdaki diğer grup bireyleri tarafından eleştirilip elenecek, bilim böyle gelişecektir...
Misal geçen yazılarımda anlattığım beynimizin öznel çalışma mekanizmasının bir yansımasından ibaret olan matematik diliyle gözlemlediği ve deneyimlediği her olguyu, ölçtüğü her subjeyi ''insan beyninin anlayışı'' ekseninde tanımlayacaktır.
Karadeliklerin merkezindeki tekilliğin, ufkun ötesinde tek vektörde merkeze ilerleyen, uzay ve zamanın takla attığı bir iç evren tasarımının matematikten doğan, özünde absürt olan bir tanımlamada bulunması gibi...
Bu matematikle bile hesaplarken uzay zamanın kesintiye uğradığı, nedensellik bağının tamamen koptuğu, ışığın ve evren bilgisinin bile yok olduğu sınırın ötesinde bilim, her türlü fantazyalara açık hale gelir. Mega evreni modellemeye kalkarken nedensellik bağı olmadığı için 93 milyar ışık yıllık bir kürenin dışını rahat rahat ''farklı bir evren, paralel evren, evren bitti, evrensel sabitler simetrik davranmayabilir, orası bizim evrenimiz değil'' gibi her ihtimali at koştururken, karadelik sınırında da aynı olay yaşandığında orası bize fazla küçük gelir. Küçümser beynimiz ''yahu bunu mu tanımlayamayacağız'' der. Kendi tasarladığı temel bilim felsefesiyle çatışma içine girdiğini bile farkedemez....
Sonuç olarak her şeyi tanımlayabileceğini düşünür, tanımlar ve tanımladıkça bu üst üste biriken antopomorfik literatür, ister istemez bazen objektifliğini kaybeder...
Çözümü de basittir... Farklı felsefe ve metotlara dayanan bilim mekanizmalarının önünü açmak, bilim dünyasını skolastik merkeziyetçi bir anlayıştan çıkarmak, farklı tanımları özgürce karşılaştırmaya sunmak...
Ki bu bile insanların yapacağı birşey olacağından sonunda objektifliğini yitirmeye mahkumdur. Ama en azından şimdi süre gelen bağnaz kurumsal bilim dünyasından daya iyidir....
İşin sonrasında geleceğin neler getireceği ise bilinemez.
Yorumlar
Yorum Gönder