Bu yazımda insan beyninin soyut kavramlarla ilişkisini; evrimsel geçmişi, yetersizlikleri ve sebeplerinden bahsedeceğim.
Bizler görsel ve işitsel algılarımızı, bilgi birikimlerimizi, doğaya ve evrene karşı savaşımızı ve hayatta kalma, anlamlandırma mücadelemizi; kategorizasyon yaparak ve önden uydurup testlere tabi tutarak çıkan sonuçlara göre düzenleyen, başka çaresi de olmayan bir türüz.
Taksonomik yaklaşırız, tasnif ederiz, her şeyi sınıflandırırız, bütünsel bakamayız ve evrimsel geçmişimiz buna müsaade etmez. Yapmaya kalktığımız an zihinsel bir dirençle, bir duvarla çarpışır, o paradigmadan yürümeye devam ettikçe de gitgide değişime ve gelişime kapanırız.
Zihin kendisine yapılan bu ihanetin bedelini kendisini kapatarak gösterir. Aynı kullanılmayan organların körelmesi, direncinin düşmesi ve hastalıklara yatkınlaşması gibi...
Karşılaştığımız zihinsel duvar, ilgili organımızı gelişim amacı dışında kullanmaya zorlamaktan kaynaklanır. Aynı bir insanın aşırı korkudan senkopa girmesi, bir kurşun yarası veya bir travma sonucu keskin bir 'dur' emrinin sonucu gereksiz yere şoka girip bayılması gibi. Çünkü organizma aynı yanlış davranışa devam ederse kendine zarar vermeye devam edecektir....
Hiç durmayan bilgi birikimlerinin ve verilerin aynı tasniflere sokulmadığı veya eski kategorilerin silinip değiştirilip, yeni bir tasnif ağacının kurulmadığı an zihin körelir.
Eğer bütünsel bakmaya başlar da her şeyi sonsuz bir kaynağa, tanrıya veya bizzat sonsuz kaosun kendisine yüklerse, karşılaştığı her şeyi buna yorar. Beyin amacı dışında çalıştırıldığı için içsel bir travmaya uğrar, yavaşça kendisini kapatır (yobazlık, cahillik her ne derseniz bunun adına...).
250 bin yıldır yeryüzündeyiz ve bilgileri 'doğal' ve 'doğaüstü' olarak kategorize ettik sürekli. Gök gürültüsü yağmur depremler doğaüstüydü, ölüm doğaüstüydü ancak yaralanmalar doğaldı, hareket etmek avlanmak ekmek biçmek ve birçok şey de doğaldı.
Bu ilk kategoriye ayırma ilkel olsa da biraz mecburiyettendi. Önemli olan doğadaki diğer bütün türlerin yaptığı gibi hayatta kalmak ve üremekti.
İnsanlığın geçmişinde;
Dediğim gibi biz 250 bin yıldır yeryüzündeyiz ve bizim türümüz ortalama 100 150 kişilik gruplar halinde yaşamak üzere evrildi. İlk yerleşik düzen ve şehirleşme, pleistosen çağının sonlarında, milattan önce 12 binli yıllarda yavaşça gelişti.
2buçuk milyon yıl süren Pleistosen-buzul çağının 2 milyonunda zekasını dürtüsel kullanan Homo Erectuslar vardı. Sonra eşzamanlı olarak Heidelbergensis'in torunları yeryüzüne Afrikadan 3 dalga halinde yayıldı. Asya kıtasında Denisovan ve yakın kuzenlerine, Avrupada Neandertallere, yine Afrikada Sapiense evrildi.
Sapiens te Avrupa ve Asya kıtasına iki defa göç vererek Neandertallerle ve Denisovanlarla bir miktar melezlendi. Kuzenlerine oranla 100 küsür kişilik daha kalabalık gruplar halinde yaşıyordu ve organize hareket etme, gelişme yeteneği daha üstündü.
Sebebi de Heidelbergensis atalarından Afrika gibi buzul çağının en zayıf yaşandığı, kaynakları en bol kıtasında, diğer kuzenlerine nispeten daha rahat bir ortamda yaşayıp 100 lü nüfusları görebilecek kaynaklara erişebilmesiydi.
Ancak yine de doğanın kaynakları, rahatlığı bir yere kadar. Buzul çağı küresel olarak her yerde -az veya çok- etkili olmaya devam ediyordu ve göçler eninde sonunda mecburiyetti.
Ortalama 250 bin yıl süren bu hikayenin sonlarına doğru, pleistosenin son evresi ve paleolitik çağın bitimiyle küresel kaynaklar hızla çoğaldı. İşler değişti.
Diğer buzul çağı türleri zamanla yokoldu elendi.
Galip çıkan Sapiens oldu.
Doğada bizi eleyecek rakip kalmadığı için ve kaynaklar çoğaldığı için daha da çoğalmaya başladık. Hem de birkaç bin yıl içinde çok hızlı olarak.
Bu da bizim tür alışkanlığımız olan toplumsal göç reflekslerimizi zorlamaya başladı. Hantallaştık.
Doğanın çoğalan kaynaklarını evcilleştirip, bitkileri ve sonunda av hayvanlarını evcilleştirip kendimiz üretmeye başladık. Göçü de bıraktık şehirleştik.(tarımın icadı)
Günümüzden geçmişe topu topu 14bin yıl, hadi yuvarlayalım 15 bin yıldır yerleşik düzendeyiz. Sayımız yüzbinlerce yıllık geçmişimize aykırı bir şekilde onbinler-yüzbinler mertebesinde. Ve doğa kaynak arayışını, doğayla savaşı bıraktık, birbirimize maruz kaldık.
250 bin yıldır da yaşayan aynı türüz.
250-15=235 bin yıl
Yani devlet, şehir, sosyal düzen, toplum, kanun, nizam, din sistematikleri, şu an içinde yaşadığımız, tanıştığımız soyut kavram ve değerlerin neredeyse tamamının ömrü 15bin yıl....
Geri kalan 235 bin yıl nasıl yaşadık? 100-150 kişilik sapiens sürüleri şeklinde.
Aynı 7-15 kişilik kurt sürüleri, 6-7 kişilik aslan sürüleri, 500- 1000 kişilik öküzbaşlı antilop sürüleri gibi.....
Evrimimiz de genetik yapımız da tamamen bu sayıya göre oluştu, gelişti, endekslendi.
yüz bin nüfuslu şehirler veya dağ başında yalnızlık, bizim biyolojimize uygun değil |
Soyut Kavramlaştırmalar Biyolojik mi?
Aksi görüşler olsa da içinde bulunduğumuz evren, sonuna kadar nedensellik ilkeleri doğrultusunda, gözlem yapıldığında determinist, mekanik olarak ta çok boyutlu bütünsel bir yapıda çalışır.
Naturalizm, evrenin doğasını anlamada işlevsel olmakla birlikte mekanik anlamlar yüklemeye insanı kışkırtan bir düşünce yapısıdır. Bilim insanları bu bakış açısını işlevselliğinden ötürü kullanır. Fakat pozitivizmin düştüğü hataya zaman zaman düşerek, bir yapay zeka algoritmasının rahatlıkla farkedebileceği çoğu çözümleme ve çıkarımlardan mahrum kalır.
Bu hata da şu; bu tür düşünce akımları da özünde soyut kavramlar olduğu için aynı zihinsel duvara eninde sonunda çarpar. Bir ideolojiye dönüşerek; zihnin farklı şekilde oluşturabileceği her türlü zihinsel algoritmalara, yani zamanın bize yüklediği bilgi birikimlerinin devamlılığında temel bir ihtiyaç olan olan paradigma kaymalarına direnir.
sebebini açıklayacağım.
***
İçimizdeki soyut kavramlara somut tanımlar yükleme dürtüsü, beynimizin evrimsel geçmişinden kalan bir çelişkiden kaynaklanır.
Neokorteksin gelişiminden önceki türlerde biyolojik bütünü çoğunlukla kontrol eden mesencephalondu. Korteksin hakimiyeti vardı fakat ikinci plandaydı. Yani evrimsel açıdan geriye gittiğimizde dürtüsellik, içgüdüler, hafıza yerine refleksif bilgi kayıtları, birikimleri beyin için önemli idi.
Beynin kontrol algoritması basitti. Aslan kovalarsa kaçmayı sağlayan bir nöral refleks devresi ateşlenirdi. yiyecek kokusu alındığında başka bir nöral devre.... Çiftleşme mevsimi başka başka... Bütünsellik biraz geri plandaydı ve bütünselliği sağlayan neokorteks henüz gelişip hakimiyeti ele almamıştı.
Beyin her türlü yaşamsal ve metabolik faaliyeti kategorilere ayırmıştı ki bu yeterliydi. Düşünüp hesap yapan, duyguları üreten korteks ise bu arkaik beyin yapısının bir nevi emrinde ve kontrolündeydi...
Neokorteksin evrimsel yolaklardan birinde hızlı gelişimiyle; Heidelbergensis ve torunları Sapiens, denisovan, neandertal türlerinde hakimiyet üst tepe katmanlara kaydı.
Holografik bir bilinç oluşturma, organizmayı korteks alanlarının her birinden eşzamanlı kontrol edebilme yeteneği olan bu organ haliyle kategorilere ayırma, her bir faaliyet için ayrı bir devreyi kullanma olayını geri plana itti. Açıklaması için; (holografik bilinç)
Biriken bilgiler, dürtü ve refleksler yerine beynin temporal lobundaki hipokampüs bölgesine düzenli bir şekilde, katman katman kayıt edilmeye başlandı.
Korteksi dalgalar halinde saran Soyut, holografik temaların etkisiyle; alt katmanlarda arkaik olarak oluşmuş refleks-dürtü devrelerinin senkronize ateşlenmesiyle bütün beden kontrol edilmeye başlandı.
Yani arkaik kategoriler, bir üst katmanda tamamen birbirine bağlandı. Tek bir yapı haline dönüştü.
Oluşturulan ve korteksin bütününü kapsayan holografik temalar; görme, duyma hissetme gibi bütün algıları, bütün refleks ve dürtüleri, hatta metabolik tepkileri tek elden tek bir şekilde yönetmeye başladı.
Örneklendirecek olursak;
Korku temasıyla hem kaçma refleksi, hem kortizon ve adrenalin seviyesinin artışı, hem duygusal ızdırap, hem geçmiş anılar, hem işitsel ve görsel algının artışı, talamus yolaklarının inhibisyonu, hem hafızanın efektif kullanımı vs. gibi daha birçok devre, dürtüsellikten çıkıp bilinçli diyebileceğimiz bir biyolojik tepkiye dönüştü.
Bunu diğer tüm yaşamsal tepkilerde görebiliriz.
Hayatta kalma adına büyük bir biyolojik kazanım aslında.
Ancak her bölgesinde aynı nöral ateşleme temasının dalga dalga hakim olduğu, bedene tamamen bütünsel hükmeden, haliyle her şeye bütünsel bakan, kategorilere ayırmayan, tanrı gibi ruh gibi sevgi gibi soyut kavramları çıkarma yeteneğine kavuşmuş bir organ ile,
Bir önceki evrimsel hakimiyet organımız olan, kategorilere ayıran, ahtapot kollarının nöral merkezleri gibi bedeni parça parça yöneten beynin alt katmanları arasında çatışma yaşandı.
Çünkü neokorteks gereğinden çok daha hızlı büyümeye başladı, önünde onu seleksiyona uğratacak hiçbir başka organ veya doğada bir tehdit yoktu.
Bedenin geri kalan kısmı da haliyle bu hıza tam ayak uyduramadı...
Biz de doğal olarak ürettiğimiz tüm soyut kavramları evrimsel yetersizliğimizden ötürü kategorilere ayırmaya başladık.
Tanrı dedik güçler tanımladık, sevgi dedik kurallarını tanımladık, ruh dedik bedene sokup çıkarttık.... Çağlar boyunca da bu işkence içinde sürekli kategorileri değiştire değiştire dönüştüre dönüştüre içinden çıkılmaz bir hale büründük.
Gereğinden fazla üremekle beraber yaşam alanlarımızı bilinçli bir şekilde mahvettik ki hiçbir tür bunu bilinçli bir şekilde yapmaz.
somut tanımlanan tanrı konseptleri... |
Birbirimizi tarih boyu katledip öldürdük milyonlarca ceset doldu toprak..... yıldırım tanrısı Thor adına, tanrıça Gaia adına, Ares adına, Neptün adına, şimşek tanrısı Baal adına, İsa adına Yahve Allah......
baal |
Soyut kavramları üretebilmekle beraber anlamlandırabilmekte çok yetersiz bir canlı türü olduğumuz için.
Soyut temaların içini doğadan gelen bilgi birikimlerimizle doldurmak zorunda kaldığımız için.
Yağmur Kibeleden, şimşek Zeustan, tsunamiler Poseidonun öfkesinden, yaradılış ne kadar varsa tanrı her birinden.... Her biri ayrı bir mit ve efsane ile...
***
Tanrı, ruh vb. sonsuzluk ve bütünselliği çağrıştıran, tanımları gereği matematikteki sonsuzluklar gibi hiçbir parça ve benzetmeye sığdırılamayan, çeşitli sonsuzluklar veya hiçlikler üzerinden tanımlanan bu kavramları algılamada beynimiz evrimsel olarak henüz yetersizdir.
Bir şeyi düşünüp onu bir türlü dile getirememiz gibi.
Yine soyut olan duygularımızı bile ifade ederken çeşitli somut olay ve cisimlerle benzetme yoluna gideriz. (dağ gibi yürek, ateşli bir sevda, ölümüne korku, bulutların üstünde gibi hissetmek vs....)
Soyut kavramları olduğu gibi başkalarına aktaramayız. Kaldı ki kendimize bile tanımlayamayız. Kendimize bile somut durum, olay, cisim vs... gibi elle tutulur, gözle görülür şeylerin çeşitli algısal imgelemlerini zihnimizde çorba ederek anlatırız.
Kavramın gerçekliğinden ve sonsuzluğundan, skaler yapısından uzak sahte bir kavram üretip öyle içimizde taşırız.
Ve bu sanal, sahte üretilmiş zorlama kavramları, çoğunlukla hissedilen duygu veya soyut kavramın kendisi sanarız.
Çünkü gelişen neokorteksimiz her şeyi soyut düşünür, bütünsel bakar ve holografik yapıda çalışır. Ancak neokorteksle bedenin ve beynin geri kalanı arasındaki ilişkiyi, neokorteksin gelişim hızına henüz yetişememiş arkaik beyin yapıları sağlar. Dillendirir, sinyalizasyona çevirir.
Bildiği gibi yapar işini yani. Milyonlarca yılda nasıl evrimleşip olgunlaştıysa o şekilde....
***
Burada sorun biraz da bilim dünyasının evrendeki her şeye determinist yaklaşmasından kaynaklanır.
Ancak evrenin kesikli sayı birimlerinden oluşan matematikle hesaplanamayacak başka bir yüzü de vardır.
Matematikte sonsuzluk, tanımsızlık, karmaşık sayılar, sanal kümeler olarak farkettiğimiz her şeyin soyut bir gerçekliği de bu evrende mevcuttur. bizde de mevcuttur. beynimizde de mevcuttur..
Matematik sadece bir dildir. Evrenin dile ihtiyaç duymayan dillerden de üstün bir altyapısı mevcuttur.
Holografik evren görüşü ise bu gerçeğin bize görünen yüzlerinden sadece biridir. (holografik evren hipotezi)
Yorumlar
Yorum Gönder