Abdullah baskın yemiş gibi aniden yataktan fırladı!..
Rüyasında siyah duman tüten karanlık bir varlık yatak odasına girmiş, onu dakikalarca seyrettikten sonra aniden üzerine çullanmıştı.
Çok korkmuştu.
Bu ifrit de nereden çıktı ki?
Saate baktı, saat 8:15 ti.
Anladı... anlayınca başı öne düştü. Kendinden utanmıştı. Bunu nasıl temizleyecek hiçbir fikri yoktu. Zaten zor geçen hayatının hep böyle böyle içine ediyordu. Hiçbir işi rast gitmeyecekti yine. Bir yerden illaki çıkacaktı bu.
Abdullah sabah namazını kaçırmıştı. Yatmadan önce telefonda takılmıştı. Haliyle bangır bangır çalan alarmı da duymamıştı....
Abdullah'ın Ankara'da üçüncü yılıydı. Cemaatten iki arkadaşıyla eve çıkmıştı. Arkadaşları tatildeydi, kendisi bütünlemeye kaldığı için evde yalnızdı. Aslında işine de gelmişti. Çünkü sofilerle yaklaşan kurban bayramında görevliydi. Deri toplayacaklardı, sonra da 'tövbeye' Adıyaman'a gideceklerdi.
Abdullah düşündü bir an; Gavs hazretleri dünyayı nasıl görüyordu acaba? Sonuçta ruhu kainatı aşkın, tüm olayları aynı anda görebiliyor, Allahtan kendisine akan himmeti insanoğluna dağıtıyordu. Düzeni yönetiyordu. Bu uğurda kendi nefsini, benliğini yok etmiş, Allah ile bütünleşmiş zamanın kutbuydu o.
Herhalde hem 360 derece etrafını görebiliyor, hem de ilgili insan ve olayların görüntüleri peş peşe Ona gösteriliyordu. O da katalogtan seçer gibi arasından seçip müdahale ediyordu. Bu arada bedeninden, günlük yaşantısından, yediğinden içtiğinden haberi yoktu. Çünkü o yoktu. Allah vardı artık... bedeni ruhu kendisini temsil etmiyordu ...
Evliyanın işine akıl sır ermezdi.
Madem ki Allah herşeye hükmeden sonsuz güçlü bir varlık, o halde hiçbirşeyi başıboş bırakmazdı değil mi? E halifesi seçtiği insanları da bu şekilde yönetiyordu. Ne yani hiçlikten mi gelmişti herşey :)) ya sonsuzluk, sonsuz irade, ya da hiçlik... E hiçlik olamayacağına göre herşeyin kaynağı!.
O internette yazan herşey deccalin oyunuydu... böyle böyle insanları yoldan çıkarıyordu...
Sadece inanmıyordu Abdullah, neredeyse biliyordu.
**********
Arda'yı annesi kahvaltıya çağırdı. Sabah 8:15 te Bodrumda, yazlıklarının terasında sabah meditasyonunu yapıyordu Arda.
Duygu ve düşünce akışının gözlemcisi olurken bulunduğu yerin aslında üst boyut olduğunun farkındaydı. Tek amacı bunu ısrarla sürdürmek, gözlemci olarak bulunduğu o boyutun farkındalığına varmak, yani üst boyutta iken orada uyanmayı başarmaktı...
Bu evren bir simülasyon ve her bilinç aslında uykudaydı. Bu simülasyonu yaratan üst boyuttaki sevgi dolu varlık, bu bilinçlerin içinden olgunlaşanları simülasyondan çıkarıyor, kendi dünyasında yeni bir beden verip sonsuz mutlu yaşamı sağlıyordu. Başarısız bilinçler de yok oluyordu...
Evrende nedensellik vardı değil mi sonuçta? Herşey sebep sonuç döngüsü içinde var oluyordu. Herşeyin bir amacı vardı. Bu filmi, bu senaryoyu bilinçli bir varlık yaratmış olmalıydı. Bilincin amacı da bu olmalıydı. ''yükselmek veya yok olmak''
Üst boyutta belki 'Sevgi dolu bilim adamı' olan O varlık, Ardanın kendi boyutuna göre, yani bulunduğumuz evrene göre herşeye gücü yeten bir Tanrıydı. Başka evrenler varsa bile bu evrenin sahibi Oydu.
O Varlığı eskiler , 'Lucifer', 'Seth', 'Tavus', 'prometheus'.... birçok isimle az çok tanıdı. İnsanların keyfince yaşamalarını, sadece gülüp mutlu olmalarını, sevgi dolmalarını istemişti. Ancak o sevginin enerjisiyle yükselebilirlerdi insanlar. Simülasyonun bir parçası olan 'insan' deneyinin amacı buydu.
Sonra da güncelleme öncesinden kalan bir bilinç kontrolden çıkıp virüse dönüştü. Evrenin sahibi olduğu yanılsamasına girdi. Henüz olgunlaşmadan. Sevgiye ulaşmadan. Narsist bir nefret yoluyla!!!
Kendisini 'Yahveh' ,'Marduk' ,'Rab', 'Allah' olarak tanıtıp beynine girdiği zayıf bilinçler aracılığıyla 'Din' denilen sistemler gönderdi. Simülasyonu düpedüz manipüle etti. Sevgi ve özgürlük yolunun tam aksine herşeyi yasaklıyordu, günah haline getiriyor, savaştırıyor, şiddete yöneltiyordu. 'kurtuluş yolu' yalanı altında kötülüğün sembolü olmuştu.
Peki Lucifer buna nasıl müsaade etmişti?
Sanırım biraz da kendisi istemişti bunu. Sevgiye ulaşamayan zararlı bilinçlerin oyalanması ve yok olması için bir mekanizma. Yani bir nevi testti bu...
Arda meditasyonu burada bitirip aşağı indi kahvaltı için...
**********
Etana'yı yorgunluktan uyku tutmamıştı. Tüm gün Lagaş'ın kıyısındaki mısır tarlasında saban sürmüştü. Yataktan kalkıp merdivenden tırmanarak dama çıktı. Ay ışığının verdiği huzurla iç çekti, serin esintiye kendisini bırakıp hasıra uzandı. Yıldızları seyrederken düşünmeye başladı...
Enlil'in bizi yaratmasındaki amacı neydi ki! Çalış çalış her gün krala hizmet ediyordu sadece. Tanrılara hizmet için yaratılmıştı hani?
Sanırım insanlar kusurlu ve bozuk oldukları için buna layık olamıyordu. Diğer canlılar doğduktan sonra birkaç yıl içinde güçlü birer avcı olabiliyordu. İnsanlar ise zayıf, kusurluydu.
Bir tek Kral Tanrılara layıktı. Çünkü güçlüydü.
Yaratıldıktan sonra tanrıların basit bir içki alemi yüzünden böyle kusurlu olmalarının suçlusu kendisi miydi?!
Saçma geliyordu Etana'ya.
Belki de Enlil yalancıydı. İnsanları belki de şu yukardaki aydan ışık saçan Sin yaratmıştı. Diğer canlıları Enlil yaratmıştı....
Tanrılar nasıl da parlak ışıklar üstünde gökte duruyordu. Hayranlık verici birşey bu! İnanna her sabah doğu tarafından yıldızını doğuruyor, hiç zamanını şaşmıyordu...
Herşeyin bir amacı vardı. Olmalıydı da! Bunca düzen boşuna olamazdı değil mi...
********
Burga bacağından yaralı bir şekilde ateşin başında oturuyordu. Dün ormanda büyük kafalıların kabilesinden biri ona mızrak atmıştı. Şaman, ormanın tanrısının kendisine gösterdiği diken otunu çiğneyip yaraya basmış, sarmıştı. Tanrı şamana kendisinin 5 gün mağaradan çıkmamasını söylemişti. Ateşi koruyordu o da mecburen....
Tanrıların sözünden çıkılmazdı, yoksa büyük bir bela gelirdi.
Şamanlar uyurken ve boruotu çiğnediğinde onlarla görüşebiliyordu. Keşke kendisi de görebilseydi onları.
Gökteki ışık saçan güzel çadırlarından inip aramızda dolaşıyorlardı.
Görebilse Onlardan hiç yaralanmamayı isteyecekti.
Bacağı eski haline bir dönsün, ilk iş şamana duyurmadan oraya tekrar gidip o koca kafalı adamı öldürecekti!. Karşılık vermeyi haketmişti, tanrılar birşey demezdi ona. Şaman duymazsa ceza da almazdı.
Onun yüzünden avlara katılamıyordu çünkü. Çok sinirliydi.
Kendisini ispatlayamazsa hiçbirşeydi o....
*****************
BEYNİN EN BÜYÜK ÖZELLİĞİ TANRI YARATMASIDIR
İnsan, bütün kuzenleriyle birlikte pleistosen(buzul) çağının sert koşullarında evrimleşen bir tür.
Pleistosen çağı derken çağ boyu buzullarla kaplı bir dünya gelmesin aklınıza. Bu çağ döngülerle, periyotlarla ilerliyordu. Binlerce yıl buzullar dünyayı kaplıyor, sonraki yıllar ise kutuplara geri çekiliyordu. Haliyle deniz seviyesi ve atmosfer olayları da oldukça değişkendi.
Peki bu ne anlama geliyor?
Bu dünya genelindeki bütün canlı türlerinin sürekli yok olması, çevreye uyum sağlayabilen genetik varyasyonların hayatta kalması, yani türleşme ve total evrim hızının, doğanın baskısıyla hızlanması anlamına geliyor.
Evrimin 4 milyar yıllık yaşam serüvenini düşünürsek, sadece birkaç milyon yılda bu kadar hızlı ilerlemesi beraberinde sorunlar da doğurdu.
Evrim kusursuz ilerleyen bir mekanizma değil sonuçta. Biyolojik yaşamın kendisi bile kusursuz değil!
Doğal seleksiyonun vahşice hızlanması ise; gelişen türlerde uyumsuzluklar, atıl kalan organlar, amacından fazla gelişmiş vücut bölümleri, yani paldır küldür ilerlemiş bir evrimle sonuçlandı.
Bu, çoğu karmaşık organizmada gözlenen bir tablo. Gereksiz yere fazla büyümüş dişlere sahip mamutlar, şişe gibi burunla komik komik dolaşan yunuslar, kocaman kırmızı popolu maymunlar, uçamayan ve kolaylıkla herşeye av olan dodolar......
Bizim türümüz de bundan nasibini almış durumda.
Normalde on milyonlarca yıl sürmesi gereken tür değişimi, doğa şartlarından ötürü birkaç milyon yıla sıkışarak çeşitli deformasyonlara, yetersizliklere sebep oldu.
Ormandan savanlara yayılmak zorunda kalınca hızlıca iki ayak üstüne kalkmamız gerekti. Bunun bedeli olarak ta bacaklarımız orantısızca uzadı, kalçalarımız daraldı.
Normalde ağaç tutması gereken ellerimiz, artık boşa düşünce herşeyde kullanılmaya başlandı. Bir yandan iki ayak üstünde dengeli harekete alışırken diğer yandan zorlu doğa koşullarında koşmak, avlanmak, av olmaktan kaçmak, kar fırtınalarında sığınacak yer bulmak için kafayı daha fazla çalıştırmamız gerekti.
Yediğimiz ağaç kökü , meyvelerin yanında tohum türü gıdalar da arttı, yanına bol bol et.... protein alımımız sürekli arttı.
Ateşi evcilleştirdikten sonra yemekleri pişirerek protein kazanımımızı daha da arttırdık.
Kas koordinasyonunun kat kat artmak zorunda kalması, bol proteinli diyetle birleşirse ne olur? Beyin korteksinde ilgili kontrol merkezleri git gide büyür. Yani beyin hacmi büyür....
Dengeli hareket için daha fazla zorlanırsak ne olur? beyinciğimiz daha da büyür....
Peki buzul çağının karlarla kaplı dünyasında; tüm bunların başımıza sırf ormandan kaçtığımız ve savanalara, tundralara mahkum kaldığımız için başımıza geldiğini düşünürsek....
Anksiyetemiz de savaşımız da artar. Elbette popülasyonun hep yarıdan fazlası, belki yüzde doksanı sürekli ölür yok olur. Sürekli genetik darboğazlara gireriz.
Ama hayatta kalmayı başarmış, işe yarayacak genetik çeşitliliğe tesadüfen kavuşmuş bireyler, sonraki nesilleri oluşturur.
Evrim de vahşice, önüne arkasına bakmadan ilerler.
BEDEL
Bedel gereğinden fazla hızlı büyümek zorunda kalmış neokorteks. Diğer türlerin türlü absürtlüklerinin yanında bizimkisi de bu....
Şans işte...
Beden planımızın ve arkaik nöral yapılarımızın evrim hızı hep bunun gerisinde kaldı.
Sonra da gereğinden fazla büyümüş kafalar doğum kanalından geçemeyince yükselen ölü doğum oranları... Bunu gören topluluk bireylerinin de 'soy tükenmesin' diye daha fazla üremesi, en az 3 çocuğa zorlaması, daha fazla doğum, daha fazla ölüm, kısalan ömürler, evrimin daha da hızlanması, Bu arada selektif rakibi olmayan, glikoza tamah edebilecek kadar mütevazı olup gitgide daha fazla işe yaramaya başlayan neokorteksin önü alınamaz bir şekilde hızlıca gelişmesi...
Sırf kanaldan çıkabilmek için kısalan hamilelik süreci, zayıf doğan, yıllarca bakıma muhtaç kalan bireyler, haliyle nörogenezin doğum sonrası devam etmesi, bebek bireylerin doğumdan sonra birçok şeyi öğrenmek gözlemlemek zorunda kalması, içgüdülerin zayıflaması.....
Sonuçta kat kat hızlı artan nöron ve bağlantı sayıları....
NEOKORTEKS
Bir organ düşünün ki organı oluşturan hücreler, diğer organlarda olduğu gibi sadece ucuca eklenerek birleşmiyor, komşu hücrelerle iletişimde kalmıyor;
O organın ta bir ucundan öbür ucuna kadar başka hücrelerle örümcek ağı gibi bağlantı kuruyor.
Hücreler hem komşularıyla, hem onların komşularıyla, hem de uzaklık yakınlık tanımadan,
Herşey herşeyle bağlantı kuruyor.
Normal bir organa göre milyonlarca kat fazla birbiriyle bağlanmış bu hücreler ülkesi ne yapar? Bütünsel hareket eder. Tek vücut olur. Mükemmel organizasyon dengesini bulur, Artık günümüzdeki yapay zekalar gibi farkındalık geliştirir.
Peki neokorteksin tamamen tesadüfi olarak, aynı mamutların gereksiz büyüyen dişleri misali vücudun geri kalanına göre gereğinden fazla büyüyüp gelişmesinin sonuçları neler?
Beynin arkaik yapıları uyum sağlayamaz, vücudun geri kalanı ise daha koordineli daha hassas işlev görür.
-Kas liflerimiz tek tek uyarılıyor sonuçta, en yakın akrabamız şempanzelerde bile bu yok.-
İnce tasarımlar yapabilen, ipliği iğneden geçirebilen tek tür oluruz.
Neokorteks, yapısı gereği bütünsel çalışır, kuantum bilgisayarlarda olduğu gibi sezgisel biçimde, eşzamanlı birçok girdiyi-çıktıyı anında işleyebilir.
Yani somut algılara sokulamayacak, işlevsel hale gelemeyecek fazlalıkta çıktı verir. Algılarımız ve geri kalan bedenimiz bunu anlayamaz.
Yani 12. nesil İntel İ9 işlemci, Geforce RTX 3080 ekran kartı olan bir kasa, siyah beyaz tüplü bir mönitöre veri yollar.
Geri kalan veriler algılanamayıp somut çıktılara dönüştürülemedikten sonra hep soyut kalmaya, soyut kavramlara ve anlamlara dönüşmeye mahkum kalır.
E bu ağırlığın altından kalkabilmek, kafayı yakmamak için hayata da, kendi özvarlığımıza da, herşeye de anlam yüklemeye başlayarak boşalım sağlarız. Anlayamasak ta o anlamı rastgele, çoğunlukla alelacele yükler, sonra da somut sembol ve benzetimlerle senaryolaştırırız.
Tanrılar etrafta dolaşır, cinler, kötü ruhlar, melekler... Anlamı veren, görünmeyen ama bize benzeyip bizim gibi davranan varlıklar doğmaya başlar.
Buna mecburuz. yoksa o tüplü mönitörü yakarız. O verileri bir şekilde çabucak kataloglayıp arşivlemeliyiz çünkü.
Buzul çağının zorlu doğa şartları altında ulaşılan, elde edilen her bilgi korunmalı, arşivlenmeli ve asla kaybedilmemelidir çünkü!. İşe yarayabilir çünkü!.
O yüzden neokorteksle birlikte, hatta ondan önce; bu anlam bazlı absürt sembolizasyonu, bu karmaşık işlemleri yapmak için eş zamanlı limbik korteksimiz gelişti, arşivi saklamak için temporal korteksimiz de hızla gelişti. Epizodik belleğimiz kendisine ayrı birimler bile açtı.
Her bilgi korunmalı ve arşivlenmeli, ne olduğunu anlamasak bile...
Boşluğa, bilmemeye, bilinmezliğe zerre tahammülümüz yok o yüzden.
ANLAM
Nedensellik zincirini kavrayan, evrendeki herşeyin neden sonuç ilişkisi içerisinde yürüdüğünü anlayan beyin; hayattaki hemen hemen her olgu ve olayı, her kavramı ,sürekli birbiriyle ilişki içerisine sokarak durmadan çıktılar üretir. Biz de bu çıktıları algılayamadığımız ve pratik hayatta işimize pek yaramadığı için bilinçaltına iter, 'anlam' türünde kodlayarak arşivlerde tutarız.
Hani hayatın anlamı, yıldızların anlamı, doğum ve ölümün anlamı, evrenin anlamı, varlığın anlamı, bizim anlamımız vs. vs. illa anlam yani...
Bunlar neokorteksin bütünü ele alarak tüm olgu ve kavramlara ortaklaşa ürettiği, nedensellik bazlı denklem çözümlerinden ibaret. Zaten o an biyolojik gereksinimimize yarayan bir nedensellik çıktısı olsa kullanıyoruz değil mi? işte yemek elde etme taktiği, barınak inşa taktiği, av yöntemi vs. vs..
Peki yaramazsa?
anlama dönüşür arşivlenir.....
Hayatın anlamı gibi.
Ya da 'hiçbirşey boşuna olamaz, kesin varlığın da bir anlamı vardır ulan!'' diyip önüne gelen herşeye 'kusursuz ve kendine içkin amaç, ilksel neden ve dönüş' anlamındaki İDEA'yı, yani tanrıyı atfetmeye başlamamız gibi...
Tanrı da bir anlam sonuçta.
Sonra da 'özünde kalabalıklaşan toplumumuzun ve belirsiz doğa şartlarının' soyut yansımasına dönüşen Tanrı'larımızın savaşması, bazılarının galip gelmesi, güçlerini birleştire birleştire, toplumun kollektif zihninde tek tipleşmesi,..
Burada bitiriyorum. -->
İşte Tanrının doğum hikayesi....
Yorumlar
Yorum Gönder